Mübaşir, yanından geçtiği sanığın yüzüne nefretle baktı. Bir insan öz kızına nasıl tecavüz edebilir? Tiksinerek bir daha baktı, süklüm püklüm duran, gözlerini yerden ayıramayan ama suçlamaları kabul etmeyen sanığa.
Sanığın on beş yaşındaki kızı ve karısı tecavüz olayını ayrıntılarıyla anlatmış, sanığın alçaklığından kimsenin şüphesi kalmamıştı. Hâkim en yüksek hadden, yirmi yıla bağlamıştı cezayı.
1994 yılı, Sakarya E Tipi Cezaevi, ağalar koğuşu. Yani cinayet, yaralama gibi ağır suçlardan ceza almış varlıklı ağır abilerin koğuşu. O yıllarda damat koğuşu, şeker koğuşu, memur koğuşu, filifotocular, hacılar koğuşu (*) gibi keskin ayrımlar yoktu. Kızına tecavüzden ceza alan ve soyadı Şeker olduğu için herkesin “Şeker” diye seslendiği hükümlü de bu koğuştaydı.
Mahkûmlar arasında tecavüzcülerin lakabı “irzci” idi. En sevilmeyen, nefret edilen, sıklıkla gerekçesiz dövülen, horlanan, hatta duruma göre cezaevinde infaz edilen suçlulardı bunlar. Şeker, bu koğuştaki tek irzciydi.
Şeker hiç konuşmuyor, sabah herkesten önce kalkıp çayı demliyor, temizlik yapıyor, ağır abilerin çamaşırlarını yıkıyor,
kendisinden istenen her şeyi itirazsız yapıyor, tüm hakaretlere sessiz kalıyordu.
Şeker’in bu mazlum tavırları, ziyaretçisinin hiç olmayışı, mektup bile gelmeyişi koğuş mümessili Hüseyin’in dikkatini çekmişti. Bu duruş, bu tavırlar sapık bir babanınkilere benzemiyordu.
Bir gün koğuşta yalnız kaldıklarında Şeker’i yanına çağırdı. “Anlat bakalım, nasıl oldu bu işler,” diye sordu. O yıllarda öldürülme korkusuyla hiçbir irzci suçunu anlatmaz, yemin billahla iftiraya uğradığını söylerdi. Şeker de öyle yaptı. Aslında kızını çok sevdiğini, karısının ise mükemmel bir eş olduğunu; kendisine ve kızına iyi baktığını, evinde hiçbir şeyi eksik etmediğini, hatta ev ihtiyaçları için her gün köyden kasabaya pazara gittiğini, onca yoldan hiç şikâyet etmediğini, neden böyle bir ifade verdiklerini hiç anlayamadığını uzun uzun anlattı Şeker.
Hüseyin de o yörenin insanıydı. Bir an gülmemek için zor tuttu kendini. “Ulan her gün pazar mı olur, kasabanın pazarı haftada bir gün ve çarşamba günleri,” diyemedi. “Kimlerdensin, cezan kesinleşti mi, ailen durumun hakkında ne düşünüyor,” türünden sorularla biraz daha deşti Şeker’i. Kimlerden olduğunu dikkatle kazıdı aklına. Dosyasının henüz kesinleşmediğini, Yargıtay’da olduğunu, gelecekten hiçbir ümidinin olmadığını, burada öldürülmese bile aile meclisinin kararıyla cezaevinden çıktığı gün aile üyeleri tarafından infaz edileceğini dinledi.
Hüseyin, ziyaretine gelen ve dışarıdaki işlerini gören sağ kolu İlhan’a durumu anlatıp araştırmasını istedi. İlhan’ın bir sonraki görüşmede anlattıkları, bu eski mahkûmu bile hayretler içinde bıraktı. İlhan’a, “Kadının ve kızının gerçeği açıklayan bir mektup yazmasını sağla,” deyip koğuşuna döndü.
Bir hafta sonra ilk kez Şeker’e mektup geldi. Şaşkınlıkla mektubu açan Şeker, hıçkırık ve gözyaşları ile okumayı bitiremedi. Hüseyin aldı mektubu. Mektup Şeker’in kızındandı. Annesinin uzun
süredir kendisini kasabada zengin kişilere sattığını, bunun için her gün pazara gidiyoruz, bahanesiyle evden ayrıldıklarını, dedikoduların ayyuka çıkması ve babalarından zarar görebilecekleri endişesiyle babasının tecavüz ettiği yalanını ortaya attıklarını, şimdi 19 yaşında bir kız olarak bu ağırlığı taşıyamadığını, hâlâ erkeklere satıldığını, yaşama dair hiçbir beklentisinin kalmadığını, bu hayattan bezdiğini….
Hüseyin de daha fazla okuyamadı. Mektubun hemen Yargıtay’a gönderilmesini sağladı. Yargıtay hükmü bozdu ve Şeker dört yılın ardından özgür kaldı.
Onca aşağılanmanın, hor görülmenin, eziyetin ardından asla eskisi gibi olamayacağı, toparlanamayacağı, “Nerede kalmıştık?” diyemeyeceği yeni bir başlangıca yürüdü gitti Şeker.
(*) Damat koğuşu : Kız kaçıranların koğuşu.
Şeker koğuşu : Üçüncü cinslerin koğuşu.
Memur koğuşu: Zimmet, irtikap gibi memur suçlarından
hükümlü beyaz yakalılar koğuşu.
Filifotocular : Fiili livatacılar.
Hacılar koğuşu: Oğlancılar koğuşu.
İlk Yorumu Siz Yapın