Hacı kendince komik bulduğu Kör Mustafa, Sağır İsmet esprileriyle koğuşa girdi. Peşine taktığı birkaç genç hükümlüyle gürültülü şekilde şakalaşıyordu. Hüseyin çayını yarıda bırakıp Hacı’ya ters ters bakmaya başladı. Hacı’nın sığırdan farkı yoktu. Ne cezaevi raconu biliyordu ne de insanlıktan nasibini almıştı. Her ne kadar Hizb ut-Tahrir örgütüne üye olmaktan yatıyorsa da, aslında örgüt adına topladığı zekâtı afiyetle zimmetine geçirdiği için örgütten dışlanmıştı. Yani Hacı örgüte göre bir dolandırıcı, devlete göre ise terör örgütü üyesiydi.
Siyasi suçtan yattığı için Hacı’nın durumu imtiyazlıydı. Mesleği terzilik olan Hacı, örgüt üyesi arkadaşlarının bir kötülük yapmasından korktuğu için işçi koğuşunda kalıyordu. Geldiği işçi koğuşunda da sorun çıkardığından, idare tarafından, Hüseyin’in mümessili olduğu işçi koğuşuna verilmişti.
Hüseyin, Hacı kendi koğuşuna verildiğinde hapishane usulüne uygun olarak masaya davetle çay ikram etmiş, yatağını gösterdikten sonra koğuşta sorun çıkartmamasını istemişti. Hacı bir süre sonra koğuşta yeni arkadaşlar edinmiş ve bunun rahatlığıyla kendi düzenini kurmak için gruplaşmaya başlamıştı.
Bir gece sabaha doğru, Kur’an sesi ile yatağından doğruldu Hüseyin. Hacı önde imam, sabah namazını cemaatle sesli olarak kılıyorlardı. Bir şey demedi. Cezaevinde din çok istismar edilen, hassas bir konuydu. Hele ki muhafazakâr iktidarımızdan sonra meyhane muhabbeti yapan gardiyanlar dahi idari kısımda paçalarını ve kollarını sıvayıp gezinmeye başlamışlardı. Çünkü müdürlere kendilerinin de namaz kıldığını göstermeleri gerekiyordu. Böyle bir ortamda Hüseyin’in doğrudan müdahalesi sevimsiz sonuçlar doğurabilirdi.
Ertesi gün bir hükümlü, Hüseyin’e gelerek, sabaha doğru Kur’an sesiyle yatağından fırladığını, saygısızlık olacak diye de yatıp uyuyamadığını, uykusuz kalıp işte verimli olamadığını anlatıp serzenişte bulundu. Aynı türden şikâyetler çoğalınca Hüseyin koğuştakilere, akşama toplantı yapacağını söyleyip kimsenin geç kalmamasını tembihledi.
Şikâyetler aktarılınca Hacı; “Kardeşim, biz kötü bir şey yapmıyoruz. Ben dinim için ceza yatıyorum ve sabah namazını kılıyorum. Cemaatle kılmak da farzdır. Bunun kötü bir tarafı yok. Ben kimseden rahatsız olmuyorum, kimse de bizden rahatsız olmasın. Kimse kimsenin ibadetine engel olamaz,” diye kendini savundu.
Hüseyin sabırla dinledikten sonra; “Burası işçi koğuşu ve herkes çalışıyor. Gece geç vakte kadar çalışan arkadaşlarımız var. Bu arkadaşlar bugün uykusuzluktan perişan hâldelerdi. Evet, kimse kimsenin ibadetine engel olamaz, ancak kimse kimseyi rahatsız etme hakkına da sahip değil. Burası mescit değil, kimse sesli olarak ibadet etme hakkına sahip değil. Bu nedenle Hacı, sen de kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde ibadetini yapacaksın. O saatte cemaatle namaz kılınmaz. Herkes uyurken, namazdan sonra uzun uzadıya Kur’an okunmaz. Hiç kimse İslam adına gruplaşıp diğerlerini baskı altına alamaz. Bu konuda anlaşalım. Eğer bunu idari yollarla çözeceğiz diyorsanız kapı orada, herkes gereğini yapsın. İdare bu tür şeylere
çok da sıcak bakmaz, zannettiğin gibi değil.”
Hacı bu olayda geri adım atmak zorunda kalsa da rahat durmuyor, zaman zaman gençleri etrafına toplayıp onlara cezaevi deyimiyle “gaz” veriyordu. Türkiye’yi “darül harp” kabul ettiği için kaçak elektrik ve su kullanımının mübah olduğunu söylüyordu. Yine böyle bir gün Hüseyin: “Hacı, lafa gelince dinim için yatıyorum diyorsun. Utanmıyor musun hırsızlık yapmak için insanları teşvik etmeye? Allah hırsızlığı yasak etmiş, gâvurdan çalın demez. Bu senin dediğin Yahudi şeriatında vardır. İnsanlara İslam diye Yahudilik mi öğretiyorsun?”
“Sanki sen hiç suç işlememiş gibi konuşuyorsun,” dedi Hacı.
Bunun üzerine Hüseyin: “Evet, buradaki bütün insanlar suçludur. Ben de suçluyum. Ancak bizim mağdurlarımız bellidir. En azından bir gün bunlarla helalleşme imkânımız var. Helalleşemesek bile bir kişiye veya iki kişiye karşı sorumluyuz ve bunların kim olduğunu biliyoruz. Ama sen tekfir ettiğin 70 milyonun hakkını yiyorsun. Sen bu yetmiş milyon ile nasıl helalleşmeyi düşünüyorsun?”
Hacı biliyordu ki, Hüseyin ile dinî konuda tartışamazdı. Şimdilik sessiz kalsa bile yine yapacağını yapıyordu. Zaman zaman Atatürk aleyhinde insanları kışkırtıyor, kötü konuşmalarına sebep oluyordu,
Günlerden 10 Kasım’dı. İşçi koğuşları bu tür zamanlarda törenlere çağırılırdı. Hacı yine birkaç genç hükümlüyü kışkırttı ve Atatürk’e küfretmeye başladılar. Sabrı taşan Hüseyin her şeyi göze aldı: “Arkadaşlar, size defalarca söyledim, Atatürk’e küfretmeyin diye. Bundan sonra bir tek saygısız kelime dahi duyarsam, bu kelimeyi sarf eden, -en galiz, en dik sözlerle- Atatürk’e küfreden cezasını tamamlayamaz. Atatürk demek, Türk’ün atası demektir. Atama küfredenin…”
Ortam âdeta buz kesmişti. Cezaevinde hükümlülere küfür, kolay yenilir yutulur bir şey değildi.
Hüseyin, Hacı’ya uyan gençleri yukarı çağırıp; “Bakın, bu adam, yanlış bir adam. Size ne kadar şerefsiz olduğunu göstereceğim,” dedi ve kendisi de hazırlandı. Herkes sinema salonunda toplandı. Saygı duruşu başladığında Hacı en önde, âdeta heykel kesilmişti. Hüseyin; “Hacı’ya bakın,” diye fısıldadı. “Gördünüz mü ne kadar şerefsiz? İstese gelmek zorunda değil, çünkü siyasi suçlu. Ama o müdüre ve savcıya yalakalık olsun diye kendini göstermeye geliyor buraya. Adam tam anlamıyla takiyeci. Siz bunun farkında değilsiniz.”
Günler böyle geçerken hükûmet yeni bir yasa çıkarmıştı. Örgüt üyeliğinden yatan ama silahlı eyleme karışmamış kişilerin bu yasadan faydalanması için sadece “Pişmanım” demeleri yeterliydi. Hacı da bu fırsatı kaçırmadı. O yıllarda bu tür davalar DGM’de görülürdü. İstanbul’da mahkemeye çıkıp geldiler.
Hacı tahliye bekliyor ama yapacağından da geri durmuyordu. Yine gençleri tahrik ettiği bir akşam Hüseyin, “Hacı, ne oldu sizin durum? Herhâlde bu yasadan tahliye etmeyecekler seni?”
Hacı panikledi: “Olur mu öyle şey? Tahliye olacağız inşallah.”
“Hacı, belki sizinkiler tahliye olabilir de senin işin zor.” “Neden benimki zor olsun?”
“Cezaevlerine zaman zaman istihbarat elemanları gelir gider. Hele ki burası işçi koğuşu, bir sürü insan gelip gidiyor ve bu adamlar burada olan şeyleri, kimin ne konuştuğunu rapor ediyorlar. Şimdi sen burada devlet hakkında, özellikle de Atatürk hakkında ileri geri konuşuyorsun, sevmiyorsun ya! İşte bu sözlerin dosya olarak hâkimin önüne kesin konmuştur. Seni tahliye etmezler.”
“Olur mu ya öyle şey? Ben Mustafa Kemal’i severim. Kim diyor ben onun hakkında kötü konuşuyorum? Ben hiçbir zaman Mustafa Kemal hakkında kötü konuşmadım, iyi bir adamdır dedim.”
Hüseyin gülerek: “Arkadaşlar, Hacı da Kemalist oldu. Ah be, şu devlet seni birkaç sene daha yatırsa var ya, sen en azılı Kemalist olur çıkarsın buradan, ama vaktin yetmeyecek Hacı!”
İlk Yorumu Siz Yapın