İçeriğe geç

YALNIZ ÖLEN Mİ KURBAN?

Ablasının kilitlenen ağzından parmağını güçlükle çıkardı. Bir sandalyeye nefes nefese ilişti. Bir süre can çekişen ablasının  hırıltıları kesildiğinde, kocaman açtığı gözleriyle onun kendisini izlemeye devam ettiği hissine kapıldı. Bıçağı vurduğu ilk andaki aynı şaşkın gözler gittikçe donuklaştı; ablasının öldüğüne kesin kanaat getirdi.

İki yaşındaki yeğeninin ağlama sesiyle kendisine geldi. Aceleyle ablasının hareketsiz bedenine ve şah damarına vurduğu ikinci bıçak darbesinin oluşturduğu kan gölüne baktı. Yeğeni odadan çıkar da bu manzarayla karşılaşır endişesiyle, ablasını hemen halıya sarıp bir başka odaya sürükledi.

Bir an önce kaçmak istiyor, bir yandan da yeğenini ne yapacağını düşünüyordu. Önce kapının arkasına takılı anahtarı, sonra yeğeninin bir parça eşyasını aldı. Her ikisini de kapı önündeki paspasın üzerine bıraktı. Biri bu saçma görüntüden şüphelenip daireye girer ve yeğenini korumaya alır diye hesaplamıştı. Sonra bu fikir içine sinmemiş ve kaçarken karşı dairenin ziline basıp uzaklaşmıştı.

Bu kasvetli ve soğuk Eskişehir’den kurtulup hamile eşine kavuşmak için, Mersin’e giden ilk otobüse bilet aldı. Eşiyle helalleşip bir süre kaçak yaşamayı planlıyordu. Uzun saatler sürecek yolculukta düşünmek için oldukça fazla zamanı vardı.

Her kapayışında gözlerinin önüne, ablasına sarılıp öpmesi ve hemen sonrasında, yanında getirdiği bıçağı göğsüne saplaması geliyordu. Ablası en şaşkın bakışlarıyla; “Hüseyin, n’apıyorsun?” diye bağırmıştı.

“Sahi Hüseyin, sen ne yapıyorsun?” Bu gecikmiş soruyu kendime keşke daha önce sorsaydım, diye mırıldandı.

Ablası olanca gücüyle direnmeye başlamıştı. İkinci kez vurmak için kaldırdığında bıçağın kırılmış olduğunu fark etti. İnsan vücudu o kadar da nahif değildi anlaşılan. Gözüne ilişen bir başka bıçağı aldı hızlıca. Mutfakta başlayan boğuşma antreye doğru devam etti. Bu sırada ablası can havliyle sol işaret parmağını ısırmış, bırakmıyordu. Ne de çok acıyordu parmağı!

Parmağını kurtarmak için doğrudan ablasının şah damarını hedef aldı. Bu kez şaşırma sırası kendisindeydi. Bahçe sularken hortumdan gelen coşkun suyun ve seslerin bir benzeri ile karşılaştı âdeta: İki metre kadar uzaktaki duvar kanla yıkanıyordu. Ablasının kısa sürede güçsüzleşip direnemez hâle geldiğini, boş çuval gibi yere yığılmasından anlamıştı. Boylu boyunca yere düşen ablasıyla birlikte yere kapaklandı. Parmağı hâlâ ablasının ağzındaydı. Kilitlenmiş çenesinden parmağını kurtaramıyordu.

***

Ablasını öldürmüş olmanın ağırlığı, henüz yirmi yaşındaki bedenini ezip geçiyordu. Zaman zaman nefes almayı unutuyor, derin iç çekmelerle göğsündeki sıkıntıyı hafifletmeye çalışıyordu. Sonra birden aklına geldi. Ablasını öylesine haklı gerekçelerle, hatta zorunluluklarla öldürmüştü ki, şimdi onları düşünüp ruhunu

cendereden kurtarabilirdi.

Ablası on dokuz yaşındaydı ve yöresel anlayışla evlilik yaşı gelmiş de geçiyordu bile. Kendisinden 10-15 yaş daha büyük bir talibi olmuş, ailesi yaş farkı nedeniyle vermek istememişti. Ablasının ağlayıp sızlamalarından, uzaktan uzağa da olsa talibini görüp beğendiğini ve çok istediğini anlamıştı on yedi yaşındaki Hüseyin. En sevdiği kardeşinin, ablasının gözyaşlarına dayanamadı, ağabeylerine de aldırış etmeyerek anne ve babasına karşı geldi.

“Ablamı bu adama vereceksiniz,” diretmelerine dayanamayan ailesi, bu evliliğe onay verdi. Ataerkil bir ailede henüz on yedi yaşındaki delikanlının babasına söz geçirmesi, konumunu birden aile büyüğüne evriltmişti. Ağabeyleri yaşça ve eğitimce kendisinden üstün olsalar da tarafsız kalmışlardı.

Ablası evlenip Eskişehir’e taşındı. Bir yıl sonra erkek bir bebek dünyaya getirdi. En sevdiği kardeşinin çocuğu elbette en sevdiği yeğeni oluverdi Hüseyin’in kalbinde.

Hüseyin, ağabeyleri gibi İlahiyat Fakültesini tercih etti. Hem okuyor hem de muhafazakâr bir gazetede bulduğu işte çalışıyordu. Arada ablasından haberler alıyor, ziyaretine gidiyor, yeğenini öpüp kokluyordu.

Bu arada, gazetede çalışırken tanışıp sevdiği kızla nişanlandı.

Ardından, henüz öğrenciyken evlendi.

Her şey çok güzel derken bir gün annesi, Hüseyin ve ağabeylerini karşısına alıp; “Kız kardeşlerinin gönlünü komşusuna kaptırdığını, hatta bir gece kocası yokken komşusunda kaldığını” anlatıverdi bir çırpıda. Bu nasıl olur, demeye kalmadan “Sakın babanıza söylemeyin,” diye tembihledi.

Hüseyin ve iki ağabeyi çarpılmış gibi bir müddet boş gözlerle birbirlerine baktılar. Yenilir yutulur bir şey değildi bu. Ne ahlak, ne inanç, ne de içinde bulundukları toplum bunu kabul

etmezdi. İlk şaşkınlıklarının yerini öfke almıştı.

“Nasıl olur?” sorusu “Ne yapmalı?” olarak değişti. Önce kısık sesle, sonrasında giderek artan öfkenin etkisiyle bağıra çağıra ne yapmaları gerektiğini tartıştılar.

İlahiyat mezunu ağabeylerinin din ve şeriat hakkında çok daha fazla bilgisi olduğunu düşündüğünden, konuşmalara pek fazla dâhil olmuyor, sadece dinliyordu Hüseyin.

Birkaç gün sonra büyük ağabeyi, Hüseyin’i bir kenara çekip konuşmak istedi. Konuştular da… Ablasının yaptığının ne denli büyük bir günah olduğunu, zânilerin şeriatta ölümle cezalandırıldığını, bu cezanın uygulanmasının yani ablasının katlinin vacip olduğunu, bunun bir tercih değil zorunluluk olduğunu uzun uzun anlattı ağabeyi. Sonra sadede geldi. “Bak, ben de diğer ağabeyin de evliyiz, hatta çocuklarımız var. İkimiz de atama bekliyoruz. Sen yeni evlisin ve henüz öğrencisin. Allah katına ve kulların arasına başımız dik çıkmamız için ablanı sen öldüreceksin. En çok 5-6 senede çıkarsın. Zaten arada af çıkar, o kadar bile yatmazsın. Cezaevindeyken ailene bakarız, seni harçlıksız ve ziyaretçisiz bırakmayız. Cezanı çeker, aslanlar gibi çıkarsın ailenin ve memleketinin karşısına.”

“İyi, güzel anlatıyorsun da ağabey, bunun tek yolu bu mudur?”

“Budur Hüseyin. İmanın, itikadın sağlamsa tabii.” dedi ağabeyi sağlam bir imanla.

***

Kapıyı açan eşi, Hüseyin’in perişan yüz ifadesinden, yapabileceğinin en kötüsünü yaptığını anlamıştı. Hüseyin hiçbir şey anlatmasa da, bir süredir ağabeyleriyle sıklaşan görüşmelerinden, kadın hissiyatıyla anlayacağını anlamış ama Hüseyin’i durduramamıştı.

Kara haber tez ulaşırmış. O gece büyük ağabeyi Hüseyin’i telefonla aradı. Kız kardeşinin öldürüldüğünü, cenazesini memlekete götüreceklerini, ertesi gün de defnedileceğini söyledi. Sabah erkenden otobüse binip memleketine hareket etti. Terminalde onu karşılayan ağabeyleri sırtını sıvazlayıp “Yüzümüzü düşürmedin,” türünden beylik laflarla Hüseyin’i onore ettiler.

Cenaze defnedilir defnedilmez büyük ağabey, soruşturmanın kendilerine yönelmesinden korkarak hemen kardeşini ihbar etti. Hüseyin o yıllarda yürürlükteki TCK’ye göre en ağır cezayı aldı. Tam yirmi yıl. Ne yargılama sırasında, ne yattığı ilk iki yılda en ufak bir pişmanlık göstermedi. “Yine olsa yine yaparım,” deyip durdu.

Fakat yıllar geçip hem kendisi hem de düşünceleri olgunlaştıkça “İyi ki yapmışım,” dayılanmaları, “Buna hakkım yoktu,” olarak değişti.

*** Hüseyin 8 yıl sonra tahliye oldu.

Cezaevindeyken yıllarca görüştüğü ve iyi dost olduğu avukatıyla zaman zaman bir araya gelir; konuşurlar, tartışırlar, birlikte bir şeyler yer içerlerdi.

Yine böyle bir gün avukatının, “Ağabeylerinle görüşüyor musun?” sorusunu, “Hayır, görüşmüyorum,” diye cevapladı.

“Ağabeylerin dosyanda ihbarcı göründüğü için kızgın olabilir misin?”

Hayır, bu konuyu yıllarca düşündüm. O kadar çok zamanım oldu ki… Aslında kendilerini kurtarmaları için ben de onların ihbarcı görünmesini isterdim, sorun bu değildi.

O yıllarda ben çok gençtim ve yetiştirildiğim Anadolu ortamında kulaktan dolma edindiğim dinî bilgilerle, ablamın namus gerekçesiyle ölmesi gerektiğini düşünüyordum. Buna dinî bir

dayanak da vardı: ‘Katli vaciptir.’ Tüm bunlar o günkü şartlarda bana dikte edilen şeylerdi.

Aynı durumda şu an bir kardeşim, çocuklarımdan biri veya bir genç benzer bir şey için bana gelse, ben kesinlikle böyle bir şey yapmamasını, bunu Allah’ın asla affetmeyeceğini söylerim. Bununla da kalmam, aile bireylerini uyarırım, gerekirse polise, savcıya ihbar ederim. Hatta benzer bir durumda bir arkadaşıma engel oldum. Yıllar sonra bana teşekkür etti.

O zamanlar ben ilahiyat okuyordum ama büyük ağabeyim çoktan mezundu, din adamı olarak atama bekliyordu. Yani bu konuları benden çok daha iyi biliyordu ve ben ondan çok etkileniyordum. Olay öncesinde memlekette buluşmuş, konuşmuştuk.

Aslında ağabeylerim benim azmettiricimdir, bilhassa büyük ağabeyim. Bu cinayetin gerekli ve ablamın katlinin vacip olduğunu, yani Allah’ın emri olduğunu söylüyordu. Ben de bu sözlerin etkisinde bu eylemi planlayarak yaptım, hatta büyük ağabeyimle olaydan sonra gizlice Eskişehir’de görüştüm.

Büyük ağabeyim bana böyle bir şeyin gerekli olduğunu, aileme bakacağını, zaten fazla ceza almayacağımı, sık sık af çıktığından kısa sürede cezaevinden çıkacağımı söyledi. Ona karşı bütün kızgınlığımın temelinde bu yatmaktadır.

Bugün töre cinayetlerinin temelinde bir toplum baskısı olduğu gibi yoğun bir dinî baskı da vardır. Aslında din böyle bir şeyi emretmez. Ola ki şeriat ülkesinde dahi böyle bir şey olduğu zaman Kur’an bunu engelleyebilmek için çok ağır şartlar getirmiş, hatta imkânsız hâle dönüştürmüştür. Zina nedeniyle cezalandırılabilmesi için kadınla erkeğin zina yaparken pornografik bir film seyredilir gibi açıkça görülebilmesini, hatta bunun en az dört tanık tarafından izlenmesini ister.

Bunun daha sonraki yıllarda Kur’an’ı defalarca okuyarak,

inceleyerek, başkalarının söylediği saçmalıkları bir kenara bırakarak farkına vardım. Bu noktaya gelmem hiç kolay olmadı. Bizim toplumumuzda kulaktan dolma bir İslam kültürü vardır. Mezhepsel ayrılıklar, cemaatler, tarikatlar vs. insanlara aptal muamelesi yapar. Sizler Kur’an’ı okuyunca anlamazsınız, derler. Kendi sapkın fikirlerini din diye dayatırlar.

Türklerin İslam’a girmesiyle, yüzyıllarca devam edecek tek yönlü bir etkileşim başlamıştır. Törenin kaynağına din büyük etki etmiştir. Hatta din, törenin önüne geçmiştir. İnsanların refahı, mutluluğu, huzuru için gelmiş bir din, insanların hunharca öldürülmesine âlet edilmiştir.

Yani bütün kızgınlığım, bütün dargınlığım aslında bu yüzdendir.”

“Cinayetten sonra enişten nasıl davrandı?”

“Tamamen nötr. Ne tasvip ettiğini gösterdi, ne de bir kızgınlık!”

“Peki yeğenin?”

“O zamanlar çok küçüktü. Yetişkin olunca benden nefret etti. İmkânı olsa o da beni öldürür herhâlde. Haksız da sayılmaz!”

Kategori:Koridor Hikayeleri (1. Baskı)

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir