İçeriğe geç

ULUDAĞ’IN ÖBÜR HİKAYESİ

Anlatacağım hikayeler bu bilindik Uludağ’ın değil.

Uludağ’ın görünmeyen yüzünün hikayesi.

İtiraf etmeliyim; Bursalı olduğum halde, Uludağ’ın Öbür Hikâyesi’nden kırk yaşımdan sonra haberdar oldum. O da fotoğraf sayesinde.

Meğer Bursa’nın adını duyup yerini bilmediğimiz dört dağ ilçesi ve bu ilçelere bağlı 180 civarında dağ köyü varmış.

On yılların politikası olan köy okullarının kapatılması, hayvancılık ve tarımda teşviklerin kaldırılması, bu köylerin boşalmasına yol açmış.

Terkedilmiş harabe evler, müşterisiz kaldığından kapanmış köy kahveleri ve köy bakkalları ilk dikkatimizi çeken şeylerdi.

Bursa’nın dağ köylerinin hikayesini derlemek ve fotoğraflamak amacıyla üç yıl sürecek, yaz ve kış ayırımı yapmadan devam edecek bir proje tasarladık.

Üç yılın sonunda ne öğrendin derseniz; Dağ yöresi köyleri isimlerindeki ‘viran’, ‘ören’ (Akçaviran, Belenören gibi) eklerin varlığı, Bursa’nın fethinden bile önce buralara gelmiş Yörüklerin, yerli halkla karşılaşmadığı, kültürlerini olabildiğince katışıksız koruyabildiği anlamına geliyor. Nitekim tarihsel incelemeler de bu doğrultuda bilgiler veriyor.

Yöresel kıyafetlerin hala kullanılıyor olması, ortak fırın, çamaşırhane, kışlık (konserve, tarhana, yufka, vs.) hazırlıklar… Tüm bunlar etkileyici bir birlikte yaşama kültürünü gösteriyor. Bu kültüre ait olmanın, Türk olmanın gururunu hiç bu denli şiddetle hissetmemiştim.

Bu güler yüzlü ve misafirperver dağlıların birçok hasletinin yanı sıra, gelişmiş ama biraz acımasız bir mizah anlayışı da var. İleride küçük hikayelerde bunların bir kısmını okuyacaksınız.

Derlediğimiz hikayelerden bazılarını, fotoğrafla ve dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım.

Bursa / Keles / Menteşe köyü

Tarımsal faaliyetler gibi hayvancılık da pek az köyde devam etmektedir.

Bursa / Keles / Menteşe köyü

Hayvanlarının bakımını yaparken yorgunluk molası veren Şerife Nine

Bursa / Büyükorhan / Erecek köyü

Ceviz kabuğunun mora çalan inatçı boyası 1 ay kadar ellerinden çıkmayacak.

Özenip bir iki tane de biz soyduk. Bizimkiler çıkmadı. Oradan biliyoruz.

Bursa / Keles / Yazıbaşı köyü

Kış günü, evlerde çamaşır makinası ve ısıtma tesisatı bulunmadığından, köy meydanında  su ısıtma ve çamaşır yıkama telaşı.

(Dikkatli bakışlarınızın leğenlerdeki yama ve dikişleri gördüğünü var sayıyorum.)

Uludağ’ın kışları çetindir. Yazın bile yorganla uyunabildiği söylenir.

Bursa / Keles / Düvenli köyü

Köy Kahvehanesi yetmiş yaş üzeri birkaç delikanlıya kalmış.

Bursa / Büyükorhan / Derecik köyü Çilek hasadı.

Bursa / Keles / Delice köyü – Köy düğünü

Köy düğünlerinde damat ve sağdıcın birbirlerine, üzerlerine dökmeden yumurta yedirmesi bir gelenektir.

Bursa / Keles / Yağcılar Köyü

Birlikte yaşama kültürünün en önemli parçası; Ekmekler köy meydanındaki fırında birlikte yapılır.

KAŞIK

Dağlı oyun kültürünün ayrılmaz parçası oyun kaşığının yapılışı.

Dağ yöresinin oyunları, ‘Kırık Zeybek’ tabir edilen türdendir. Ritim dışında Zeybek’ten en temel farkı kaşıkla oynanmasıdır. Üstelik bu kaşıkla oynama kültürü erkeklere mahsustur.

Dağ yöresinde namlı birkaç kaşık ustası hala bu sanatı icra etmektedir. Kaşığın önemini vurgulamak için şu tanıklığımı anlatmam yeterlidir sanırım. Köy camisinin avlusunda ezanı bekleyen dört ihtiyarla muhabbet ediyoruz. Laf lafı açtı, konu kaşıkla oynamaya geldi. Kaşık dediğimiz an, dört ihtiyar da ceketlerinin iç cebinden kaşıklarını çıkardı. Dağlı işlerine hayret etmeyi çoktan bırakmamıza rağmen, namaz için ezanı bekleyen cemaatin cebinde kaşık bulunması yine de şaşırttı bizi.

KARASABAN

Bursa / Büyükorhan / Zaferiye Köyü

(21. Yüzyıl)

Tarım alanları küçük ve elverişsiz olduğu için buralarda kara saban görmek şaşırtıcı değil.

Eşi ve küçük oğluyla tarlasına gelen Mansur da ilk anda bizi şaşırtmadı.

Ancak bu fotoğrafta şaşırtıcı olan; Meyilli ve küçük tarlanın öküzle değil de bir çift inekle sürülmeye çalışılması.

Çabuk yorulan ineklerle bu işi yapmak oldukça zor. Fakat bu iş için bir çift öküz beslemek de pahalı.

Genç dağlının gayrete getirmek için ineklerine söylediği “Hadi gara gızım, hadi sevgilim, hadi güzelim.” gibi sözleri bizi gülümsetse de ardındaki dramı ortadan kaldırmıyor.

Bursa / Keles / Sorgun Köyü

Kısıtlı tarım alanlarına sahip çoğu dağ köyü gibi, Sorgun’da da hasat elle (orakla) yapılmaktadır.

Bursa / Büyükorhan / Çeribaşı Köyü

Ana oğul ve birkaç yaşlı daha, ıssız köyü bekleme görevindeler.

Bursa / Büyükorhan

Yöresel kıyafetleri daha ziyade yaşlılar seviyor.

Önce saçın üzerine bir silindir konup sonrasında siyah bir kumaşla başa sabitlenir. Yöresel renk ve desenlerde dokunmuş örtüyle baş örtülür.

Kimi tarihçiler bunun eski bir Türk geleneği olduğunu söyler.

Türklerin başlıklarına önem verdikleri, çünkü Gök Tanrı’nın insanları yukarıdan izlediğine inandıkları, Tanrı’ya en güzel başlıklarla görünmek iste- dikleri şeklinde açıklarlar.

Eski zamanlardan bu yana çeşit çeşit süslü başlıklar, kavuklar, vs. düşü- nüldüğünde, tarihçiler haklı olabilir.

Bursa / Büyükorhan / Harmancık

İlçeler farklı da olsa başlıklar çok benzer.

YOLCU AĞIRLAMA GELENEĞİ

Ulaşımın günümüz koşullarından çok farklı ve güç olduğu eski zamanlardan kalma, Dağ Köylerine mahsus bir gelenektir.

Bursa’ya yolculuğun iki, hatta üç gün sürdüğü o zamanlarda yolcuların ikamet edebilmesi için birçok köyde ‘Köy Evi’ tabir edilen bir barınak bulu- nur, barınağı olmayan köylerdeyse yolcu ağırlama işi sırayla yapılırmış.

Sembolik olarak bir deynek, düdük ya da başka bir eşyayı elinde bulunduran hane, köye yolu düşebilecek misafirlerin ağırlanmasıyla görevlidir.

Günümüzde pek kimse uğramasa da hala bu gelenek devam ettirilmektedir.

Köye gelen yabancının nasıl el üstünde tutulduğunu örneksemek bakımından; “Üç yıl boyunca her hafta sonu 7-8 kişilik fotoğrafçı grubumuzla dağ köylerini gezdik. Yanımıza hiç kumanya almadığımız halde bir gün bile aç kalmadık.”

Bursa İl Sınırları İçindeki Tek Tren İstasyonu

Bursa / Büyükorhan/Piribeyler – Piribeyler Tren İstasyonu

Pekmez Yapımı

Bursa / Büyükorhan / Durhasan Köyü

DÜŞEN SON KALE: ÇÖKENE

Gazete Haberi: “Bursa’ya 110, Büyükorhan İlçesi’ne ise 25 kilomet-  re uzaklıkta bulunan Çökene Köyü 1980’li yıllarda 300 kişinin yaşadığı     50 haneden oluşuyordu. Dağ ilçesi olan Büyükorhan sınırlarındaki Çökene Köyü’nde yaşanan geçim sıkıntısı ve işsizlik, aileleri göçe zorladı. Arazilerini satıp, eşyalarını toplayan aileler özellikle Bursa şehir merkezine giderek bu- ralara yerleşti. Bir önceki adrese dayalı nüfus tespitine göre 7 kişinin yaşadığı Çökene Köyü’nde bu sayı geçen haftalarda 3’e düştü. Köyde yaşayan 70- 75 yaşlarındaki Eyüp ve Osman Aslan kardeşler ile Abdurrahman Turan’ın da Bursa’ya yerleşmesiyle köy tamamen boşaldı. Çökene Köyü’nün tüzel ki- şiliği sona erdi, muhtarlığı iptal edildi. Köy tüzel kişiliğine ait arazi ve mal varlıkları da hazineye devredildi.”

Okuduğumuz bu haber üzerine; Dağ Köyleri projemizin ilk etabına dahil olmasa da Çökene’nin insansız ilk halini fotoğraflayıp belgelemek için, sabah 05:00’te yola çıkmayı planladık.

Aralık ayının son günleriydi. Soğuk, yağmur ve kör karanlık demeden hareket ettik. Yukarılara tırmandıkça, yağmur yerini sulu kara, bazen de kar yağışına bırakıyordu.

Zaman zaman karşımıza çıkan tilkilerin parlak gözleri ve sessizliği boz- mak için araçlar arasında yapılan telsiz görüşmeleri oyalıyor bizi.

Orhaneli ve derken Büyükorhan’a varıyoruz. Işıkları yanan ama içinde kimse olmayan kahveye atıyoruz kendimizi. “Herhalde camideler.” kanaatiyle, demlenmiş çayı kendi kendimize servis ediyoruz. Namazdan çıkan Büyükorhanlılar bir bir içeri giriyor. İstisnasız her dağlı güler yüzle; “Hoş geldiniz.” deyip, tek tek elimizi sıkıyor. Azarlanmayı

beklerken, bizi muhabbetle karşılayan bu insanlarla kısa bir süre sohbet edip yeniden yola koyuluyoruz.

Çökene’ye birkaç kilometre kala gün ağarmaya başlıyor. Tekerler köyü çıkıyor karşımıza. Bize o gün mihmandarlık yapan Büyükorhan Kaymakam- lığında görevli Aydın Kurmuş, Tekerler’in beş hane kaldığını, bir sonraki ge- lişimizde belki de bomboş bir köyle karşılaşabileceğimizi söylüyor. Ağaran günün neşesi yeniden hüzünle yer değiştiriyor.

Yağmur ve yoğun bir sisle giriyoruz Çökene’ye. Okul ve lojmanın olduğu hâkim tepeye park ediyoruz araçlarımızı.

Perdesiz kör görünen pencereleriyle, hayalet evler arasında yürümeye başlıyoruz. Kimi evlerin kapısı açık. Boynu bükük bir yayık, boş bir beşik, kim bilir kaç kez şükür çekilmiş bir ahşap tespih, fırına dayanmış bir kürek, en hüzünlü haliyle anlatıyor terk edilmişliği.

Tamamen boş olduğunu düşündüğümüz köyde Abdurrahman Turan çıkı- yor karşımıza. 75 yaşlarında, haberde bahsi geçen son Çökenelilerden… Şaş- kın, bir o kadar da ürkek bakıyor bize. Selam veriyoruz, yine de rahatlamıyor endişeli gözleri. Ekibimizden, Kaymakamlıkta memur Aydın KURMUŞ geliyor o sırada. Buralarda herkes gibi Abdurrahman amca da tanıyor Aydın’ı, rahatlıyor. Seslerimize kapıya çıkan eşiyle birlikte laflıyoruz ayak üstü. Yapamamışlar şehirde, geri dönmüşler.

Abdurrahman amca ve eşi oldukça yaşlı. Üstelik Abdurrahman amca ameliyatlı. Hukuken ortadan kalktığından köyün elektrikleri kesilmiş. Evde su yok. Uzaklardan pet şişelerle su taşıyor nine. Birkaç da çalı çırpı toplama çabasında.

Havsalamız almıyor, yaşayamazsınız burada, bu köy öldü, yok artık, gi- din buradan diyoruz. Abdurrahman amca son bir ümitle; “Gelecekler.” diyor, “Geri dönecekler.” Abdurrahman amcanın mantığını yenen ümitleri bir işe yaramayacak, biliyoruz. Biliyoruz da yüzüne söyleyemiyoruz.

Burada, sessiz sedasız, yoksulluğa ve elinizdekilere mütevekkil, devlete müteşekkir halinizi hiç umursamadık. Ne biz ne kamu, hayatınızı kolaylaştırıp gülen yüzünüzle buralarda yaşamanızı sağlayamadık. Sizi de kendimize benzetmek için olsa gerek, sürdük buralardan şehrin azgın dişlerine.

Dağlılar hala Çanakkale’deki şehitlerinden söz ediyorlar. Dedeler, yırtık ayakkabılı torunlarını; “Devlete asker yetişiyor.” diye seviyor. Uzun ömür ve sağlıkları için dualarımızı bıraktık onlara.

Dileriz görevli kamu birimleri, düşen bu son kalenin gül yüzlü Türkmenleri için uygun olanı gecikmeden yapar.

Pekmez yapımında kullanılan elekler ve saklama küpleri, Çökene’de üzüm yetiştiriciliği yapıldığını gösteriyor.

Büyükorhan / ÇökeneTahıl Ambarı

Dağ köylerinin belirgin tarzdaki yapılardandır.

KÖY HAYIRI

Dağ yöresinde “Köy Hayırı” denen güzel bir adet vardır. Hemen her kö- yün yılın muayyen bir günü “Hayırı” vardır. Hayır günü, her nereye göçmüş olursa olsunlar, dışarıdan gelenlerle birlikte, şimdilerde 6-7 haneli köy, 2-3 üç bin nüfuslu şaşaalı günlerine döner.

Hayır günü önce köy mezarlığı temizlenir, dualar edilir. Kazanlarla pişirilen yemekler yenir. Ailelerin yeni üyeleriyle tanışılır. Yıldan yıla da olsa hasret giderilir. Evlenenler, iş değiştirenler, farklı yerlere göçenler konuşulur.

Allah ömür verirse mutlaka seneye de buluşmak üzere sözler verilip vedalaşılır.

(Çökene Köyü’nde kimse yaşamadığı ve hukuken tarihe gömüldüğü halde, Hayır günleri titizlikle devam ettirilmektedir.)

Bursa / Harmancık / Dedebali Köyü – Köy Hayırı

A FADİME’M HADİ SENLE KAÇALIM

A Fadime’m hadi senle kaçalım Beyce pazarında dükkân açalım A Fadime’m iki değil üç değil

Benim bağrım demir değil tunç değil A Fadime’m günahların boynuma Bicik sokam ellerimi koynuna

Kulağımıza yabancı gelmeyen bu türküyü, rahmetli Müzeyyen SENAR çok güzel okurdu. (Müzeyyen SENAR, Bursa / Keles / Gököz köyündendir. Yoksul ailesi tarafından, daha iyi koşullarda yetişmesi için İstanbul’daki bir uzak akrabasına evlatlık verildiği söylenir. Atatürk’ün huzurunda da pek çok şarkı icra etmiş ve takdirlerini kazanmıştır.)

Bursa / Büyükorhan / Balaban köyünde işittiğimizde, türkünün bu yöreye ait ve üstelik türküyü yakanın da Balaban köyünden İbrahim ACAR olduğunu öğrendik. İlgilendiğimizi gören muhtar Nihat ÖZTÜRK, İbrahim ACAR’ın 30 yıl kadar önce vefat ettiğini, kızı Ayşe ile torununun hala köyde oldukla- rını söyledi. Zaten eşinin dedesi olması sebebiyle de İbrahim ACAR’la hısım olduklarını eklemeyi de ihmal etmedi.

Bildik Türkmen aceleciliğiyle bize fırsat bırakmadan hemen bir çocuk yollayıp İbrahim ACAR’ın kızını ve torununu çağırdı.

Bursa / Büyükorhan / Balaban Köyü Muhtar İbrahim ACAR

Meşhur türkünün İbrahim ACAR’ın kızı Ayşe ACAR’ın anlatımıyla hikayesi şöyle; Geçen yüzyılın başlarında, İbrahim ACAR henüz delikanlı çağlarında Hacı Ahmetler köyünden Fadime isimli bir kıza tutulur. İbrahim zengin bir ailedendir. Biraz genç, biraz da varlıklı olmanın şımarıklığıyla, bir gece adamlarını da alıp Hacı Ahmetler’e gider. Adamları evlerin kapılarının mandallarını indirip tüm köylüyü evlerine hapseder. O da Fadime’yi alır ge- tirir kendi köyüne.

Kızın ailesinin şikâyeti üzerine Jandarma gidip gelmeye başlar. İbrahim’in ailesi zengin olduğundan Jandarma bazı taleplerde bulunur. Nasılsa kaçırıl- mış kızı kimse istemez, Jandarma alıp götüremez diye bu talepleri karşılamaya yanaşmazlar. Aradan on üç gün geçtikten sonra Jandarma gelir ve yaşı kü- çük Fadime’yi alır, ailesine teslim eder. İbrahim’e de mahpus damları düşer.

İbrahim cezaevinde “A Fadime’m Hadi Senle Kaçalım” türküsünü yakar. Lakin Fadime, İbrahim’i beklemek istemez. Perçin köyüne, Ahmet isimli bir gence gelin gider.

Perçinli Ahmet bundan sonra “Hazır Ahmet” lakabıyla anılır. (Dağlıların bazen zalimce görünen bir mizah anlayışı olduğundan bahsetmiştim. İşte bu da onlardan biri.)

“Babam ölene kadar bu türküyü söylemişti.” diye anlatan kızı Ayşe ACAR’a; “Annen kızmaz mıydı?” diye sorduk. “Öyle ya, sen elin kızına türkü yak, onu alamayıp gelsin annenle evlensin, bir de türküsünü dilinden düşürmesin!” sözleriyle de kışkırttık Ayşe teyzeyi. Hemen itiraz edip; “Annem kızmaz, hatta kendi de söylerdi bu türküyü.” diye cevapladı bizi.

Aşka saygı bu olsa gerek…

Bursa / Büyükorhan / Balaban Köyü İbrahim ACAR’ın kızı Ayşe

Bursa / Büyükorhan / Balaban Köyü İbrahim ACAR’ın torunu

DAĞ ASLANI SÜLEYMAN ÇAVUŞ

Bursa / Harmancık / Bekdemirler Köyü

Bu büyük ulusun kahramanlarından biri de Bursa Harmancık’a bağlı Bekdemirler köyünde yaşamıştır. Adı Süleyman (SAKİN) Çavuş.

Yirminci yüzyılın başlarında, Yunan işgalinin olduğu o karanlık yıllarda, yirmili yaşlarının sonunda ve iki bebesi olan bir gençtir Süleyman Çavuş. Ufak tefek çelimsiz bir adamdır ama adam gibi de adamdır. Terhis edildiği için köyüne döner. Yunan’ın köyünü işgale gelişini hazmedemez.

Çaresizlikle daha içerilere kaçan silahsız köylülerin, yaşlı, kadın ve ço- cukların aksine, köyde kalır vuruşmak için.

Bir Süleyman Çavuş vardır, bir de Mavzeri. Evinin pencerelerinden bi- rine siper alır. Yaklaşan Yunan askerlerine ateş açar. Çanakkale’de düşmanı yanıltmak için tepelere soba boruları dizip, düşmanı çok sayıda topu olduğuna inandıran milletin çocuğudur O. Koşar diğer pencereye, sonra öbürüne, sonra yeniden ilkine koşar, siper alır, ateş eder.

Böylece evde çok sayıda direnişçi olduğuna inandırır Yunan’ı. Sayısını tahmin edemediği Türklerle göğüs göğse çarpışmayı göze alamayan Yunan askerleri, Süleyman Çavuş’un sert direnişini kırmak için el bombaları atarak evini yakar. Süleyman Çavuş alevler arasında şehit düşer.

Vatanın her karışı gibi Bekdemirler’in de toprağını mübarek kanıyla sula- yan sayısız şehitten Süleyman Çavuş’un hikâyesi, yörede neredeyse bir asır- dır minnetle anlatılır.

Süleyman Çavuş’un iki oğlu var; Kayaali ve Ahmet SAKİN. Kayaali Bursa’ya göç etmiş. Ahmet SAKİN’in oğlu, yani torun Süleyman, O’nun da oğlu Coşkun SAKİN (37) hala köyde. Coşkun, Süleyman Çavuş’un sonradan yeniden yapılan evini gezdiriyor gururla.

Sana minnettarız, “Dağ Aslanı” Süleyman Çavuş!

DEDE GELENEĞİ

Dağ köylerinin hemen tamamında bir ya da birkaç yatır, ermiş, adına her ne derseniz saygı duyulan birinin mezarı vardır. Buralardaki ismiyle “Dede” o yörede yaşamış, genellikle öyküsü 500-600, hatta 700 sene öncesine tarih- lenen ulu bir kişidir.

Alevilikteki “Dede” kavramından farklıdır. Biz şehirlilerin “Yatır” ke- limesiyle benzer bir niteleme. Kimi köylerde Dede; ismiyle, cismiyle, hatta türbesiyle mevcuttur. Kimisinde adı, öyküsü, hatta mezarının yeri bile bilin- mez. Yakınlardaki tepeler gösterilip, “Şuralarda bir yerdeymiş.” denir, geçilir. “Oralarda bir yerde” gerçekten bir “Dede” yatar mı, yoksa Dedesi olan diğer köylerden aşağı kalmamak için mi böyle denir bilinmez.

Eski bir mezarın türbe haline getirilip “Dede” ritüeli uygulandığı da vakidir. Hemen her köye özgü olduğunu söylediğimiz bu yatırlardan bir kısmı-

nın varlığı doğru kabul edilmeyebilir. Ancak büyük bir bölümünün de ger- çekten buralarda yaşamış ilim sahibi, ağırlıklı olarak da dini bilgisi yüksek, (muhtemelen bulundukları çevrede irşat görevini ifa eden) kimseler oldukları düşünülmektedir. Selçuklu dönemi sonları ve Osmanlı dönemi başlarında, fethedilen yeni toprakların Türkleştirilmesi için İç Anadolu’dan Yörüklerin (Göçer Türklerin) bu yeni topraklara getirilip yerleştirildiği, öncelikli hedefin “Türkleştirmek” olması dolayısıyla, bu göçerlerin Müslüman olup olmadığı- nın dikkate alınmadığı, Şaman Türklerin de bu amaç için zorunlu göçe tabi tutulduğu bilinmektedir. Dağ köylerinde (ve ilk Osmanlı şehirlerinde) bu dö- neme ait çok sayıda yatır, evliya, dede, eren, vs. mezarı bulunması, bu kim- selerin çevrelerini “irşat” ettikleri (Şaman Türkleri Müslümanlaştırdıkları ve Hıristiyan yerli halkı da Müslümanlaştırıp Türkleştirdikleri) ihtimalini akla getirmektedir.

Dağ köylerinin bu kuvvetli ve önemli “Dede” inanışı, en görkemli haliyle Dedeler köyünde yaşanır. Buradaki zatın büyüklüğü ve kudreti tartışmasızdır. Emir Buhari Hazretlerinin Bursa’da metfun, Yıldırım Beyazıt Han’ın damadı meşhur erenlerden Emir Sultan Hazretlerinin kardeşi olduğu söylenmektedir. Dedeler köyünde yaşamış bu zat, kerametiyle yerden bir su çıkarmıştır. Hala kaynayan bu pınarcığın şifalı olduğuna inanılır. Emir Buhari Hazretleri için güzel bir türbe inşa edilmiştir. Uzun sürel i hastalığa duçar olmuş ve şifa bu- lamamış hastalar için uzun ve oturmuş bir şifa ritüeli uygulanır. (Şifa Ritüeli başlığı altında ayrıntılı anlatılacak.)

Tüm dağ köylerindeki o amansız tükenişin kendini en fazla hissettirdiği köylerdendir Dedeler. Birkaç çocuk kaldığı için ilkokulu çoktan kapanmış. Müşterisi olmadığı için köy kahvesi de yok. Cami cemaati beş delikanlıdan ibaret kalmış. Yaşları da 80-95 arası. Yedi, hatta dokuz yıl askerlik, Yunan işgali, Bursa’ya üç gün süren yolculuklar… Neredeyse bir asır öncesine ait bu öyküler, yaşlıların bildik tebessümüyle bir çırpıda anlattıkları hikayelerden.

Tüm dağ köylerindeki o amansız tükenişin kendini en fazla hissettirdiği köylerdendir Dedeler. Birkaç çocuk kaldığı için ilkokulu çoktan kapanmış. Müşterisi olmadığı için köy kahvesi de yok. Cami cemaati beş delikanlıdan ibaret kalmış. Yaşları da 80-95 arası. Yedi, hatta dokuz yıl askerlik, Yunan işgali, Bursa’ya üç gün süren yolculuklar… Neredeyse bir asır öncesine ait bu öyküler, yaşlıların bildik tebessümüyle bir çırpıda anlattıkları hikayelerden.

Dedeler köyünün günümüze ait yaşayan hikayeleri, hatta dramları da var. Ekim güneşinde, köyün en yaşlısından daha yaşlı ahşap bir evin önünde otu- rurken tanıştık Hamiyet Nineyle. O tatlı dağlı şivesiyle laf lafı açtı. Kocası Halil İbrahim Dede, 90 yaşının üzerinde. Kırk küsur senedir yatalak ve kör.

Üstelik kulakları da çok ağır işitiyormuş. Hamiyet Nine üçüncü karısıymış. Allah üç karısından da çocuk vermemiş.

“Artık bu koca dünyada Allah’tan başka kimsemiz yok. Çok şükür elim ayağım tutuyor da hala ona bakabiliyorum.” diyor mesut bir tebessümle. “İnşallah benden sonraya kalmaz, yoksa perişan olur.” diye de ekliyor. (*)

“Ne yer ne içersiniz, kim bakar size, kim verir ekmeğinizi, ihtiyacınızı?” diyoruz en aptal şehirli halimizle. Biz bozuk paraların insanlarına; “Rızkı ve- ren Allah.” diyor, birilerinin getirdiği belli karton kutulardaki birkaç erzakı gösterip, “Hem de ayağıma gönderiyor.”

Yoksul da olsa kimseden medet ummayan bu insanların gizli silahını; Tevekkeltü Alellah nedir öğrendik.

(*) Hamiyet Ninenin duası kabul oldu. Bu gezimizden bir yıl sonra Halil İbrahim Dede vefat etti. Hamiyet Nine, eskilerden de eski evinin önünde oturmaya devam ediyor.

ŞİFA RİTÜELİ

Uzun süreli hastalığa duçar olmuş ve şifa bulamamış hastalar için, türbe görevlisi eşliğinde uzun ve oturmuş bir şifa merasimi uygulanır.

Önce hastaya abdest aldırılır. Tüm merasim boyunca hastanın yakınları ve türbe görevlisi yardımcı olur.

Abdestin ardından iki rekât namaz kıldırılır. Türbe toprağı, kerametle yerden çıkan su ka- rıştırılarak şifalı bir bulamaç elde edilir. Buhari Hazretlerine izafe edilen demir bir asa bu bulamaca batırılır.

Asa, hasta organlar üzerinde gezdirilir.

Ağız çarpıklıkları düzeltilir.

Baş ve özellikle dil, göz ve kulaklara asa ile tekrar tekrar dokunulur.

Hastanın şikâyet ettiği diğer organlarına da aynı merasim uygulanır.

Tüm merasim boyunca bir yandan dualar okunur.

Demir asa ile yapılanların aynısı, bu kez ellerin şifalı bulamaçla ıslatılmasıyla da tekrarlanır.

“Şifa Allah’tandır.” deyip merasime son verilir.

SARNIÇ

Çökene dönüşü Aydın KURMUŞ, Sarnıç köyünde bir semerci ustadan bahsediyor. “Şunun şurasında semer isteyen kaç eşek kaldı ki?” deyip kaybol-makta olan bu sanatı da fotoğraflayalım istiyoruz.

Welcome to Sarnıç

Sarnıç’ın girişindeki ‘Welcome’ tabelası ve camisinden yirmi metre uzakta, meydanın ortasında kalmış minaresi gülümsetiyor bizi.

Let’s go!

Olağan hoş geldinler sırasında, kelimenin tam anlamıyla zıp zıp zıplayan,

yerinde duramayan bir ihtiyar sıyrıldı aradan.

“Beni çekmeye mi geldiniz?” diye sorarken göz ucuyla da grubumuzdaki tek kadın Semra hanımı süzüyordu. Açıkçası pek gözü tutmamıştı Semra ha- nımı. “Sen de resim çekebiliyon mu?” diye sordu merakını yenemeyip. Öyle ya, kadından da fotoğrafçı mı olurmuş? Gülüştük bir süre. “Öğreniyor” filan deyip geçiştirdik.

“Kıyafetlerimi giyeyim o zaman” deyip, mutlaka fotoğraflanacağına dair bir emrivakiyle “Let’s go!” diye bağırarak uzaklaştı.

Kore Gazisi Ahmet YAVUZ

Öğrendik ki amcanın adı Ahmet YAVUZ. 83 yaşında, Kore gazisi. Eh, buraya kadar pek de olağanüstü görünmüyordu hikâye. Asıl bundan sonrası çarpıcı. Ahmet amca savaşta Çinlilere esir düşmüş. “Kötü muamele görmedik ama hep açtık. Günde bir kez boğazımızdan bir şeyler geçerse seviniyorduk. Açlıktan ölen arkadaşlarımız bile oldu.” diye anlatıyor dalgın gözlerle. Bu esareti on yıl sürmüş. İlk bir yıl kendisinden haber alınamayınca, şehit olduğuna hükmedilmiş. On yılın sonunda esir mübadelesiyle yurduna dönebilmiş.

Eşi Asya anne daha gencecik bir gelinken, köye gelen subaylar eşinin şehit olduğunu söyleyince kucağındaki bebesiyle yığılıp kalmış. Yine de şehit oldu dedikleri eşinin bir gün döneceğine olan inancını kaybetmemiş, on yıl boyunca beklemiş. Görümceleri; “Kocan öldü, babanın evine git!” dedikleri halde inatla gitmemiş. Bebeğini büyütüp, kendi tabiriyle “ere varmamış.”

Kore Gazisi Ahmet YAVUZ ve Eşi Asya Anne

Bir gün çıkıp gelmiş Ahmet YAVUZ. Kendisini on yıl bekleyen eşine ve birkaç aylık bebekken bıraktığı on yaşındaki oğluna kavuşmuş.

Semerci fotoğraflayalım derken müthiş bir hikâyeye tanık olmuştuk. İnsan düşünmeden edemiyor; bu mutlu son hepimizin yüreğini ısıttı ama ya farklı olsaydı? Asya Anne ere varsaydı? Aynı köyde olmak ikisine de çok zor gelirdi herhalde.

Askeri elbiselerini giyip madalyasını takmış Ahmet amca ve şimdi 81 yaşında olan eşi Asya anneyle evlerinde buluştuk.

Ahmet amcanın eşinden söz ederken ses tonunu en müşfik seviyeye alçaltması, Asya annenin Ahmet amcaya bakışları… Abidin mutluluğun resmini yapamadı ama biz aşkın fotoğrafını çektik Sarnıç’ta.

Evinin bahçesinde, devasa bir direğe çekilmiş bayrağımızın altında, uzun uzun pozlar verdi bize Ahmet amca.

“Aman üşütürsün, hastalanırsın.” dediysek de dinletemedik.

“Bu ihtiyar hep böyle zıp zıp mıdır? “

“Ara sıra ayarı bozulur, hastalanır. Askeriye gelir, alır bunu. Bir iki ay tedavi eder, bakımını yapar, sonra geri getirir. Gelir gelmez de yine zıplamaya başlar.” dediler. Türkmenlerin bu samimi anlatımı epey güldürdü bizi.

Asya annenin laf arasında, Ahmet amca hastalanırsa; “Bir telefon ediveririm, askeriye gelir, alır, iyileştirir onu.” diye emin bir ifadeyle konuşması, ordunun bu gazisine sahip çıktığını ve köylüler arasında sarsılmaz bir güven oluşturduğunu anlamamıza yetti.

Asya YAVUZ (81)

Bir sonraki ziyaretimizde Ahmet amca ve eşinin fotoğraflarını basılı ola- rak götürdük. Asya anne ilk fotoğrafı görür görmez fotoğrafların hepsini iade edip, biraz kızgın, biraz sitemkâr; “Beni yaşlı çekmişsiniz!” deyiverdi.

“Anneciğim, sen zaten yaşlısın.” diyemedik. Makinalar o gün arızalan- mış herhalde dedik. Yine de affetmedi bizi.

“Kadın, her yaşta kadındır.” sözünü doğrulayan bir küçük hatıramız daha olmuştu. Sırası gelmişken anlatayım.

Yine dağ köylerinden birindeyiz. Muhabbet sırasında, köyün en yaşlısının 96 yaşındaki Haminne (Hanım Nine) olduğunu söylediler. Maşallah, biz de elini öpmek isteriz dedik, götürdüler. Haminne yarı yatalak. Biraz beklememizi söylemiş, biz de bekledik. Gelsinler deyince de odasına girdik, elini öptük. Biraz sohbet, biraz fotoğraftan sonra yanından ayrıldık.

Dışarıda, Haminne’nin bizi neden beklettiğini sorunca, torunu gülümseyerek anlattı; Haminne sırtına destekler koydurarak yatakta doğrulmuş, protez dişlerini takmış, çok kıymet verdiği taşlı yüzüğünü parmağına geçirmiş, bizi öyle karşılamış. Daha sonra fotoğraflara baktığımızda, he- men tamamında Haminne’nin sağ elini uy- gun pozlarda tutarak yüzüğünü gösterdiğini fark ettik. “Kadın her yaşta kadındır.” sözüne inancımız perçinlenmiş oldu.

Ahmet amca yine “Let’s go!” deyip, muhtar Mehmet KAYA ve birkaç köylüyle bizi semerciye götürdü.

Semerci Halil İbrahim ERİM

Semerci Halil İbrahim ERİM (62) ve eşi güler yüzle karşıladılar kalabalık grubumuzu. Evinin alt katında küçük bir odayı atölye haline getirmiş. Mesleğinin güzel zamanlarından konuşuyoruz bir müddet.

Şimdilerde diyor, ayda yılda bir tane sipariş geliyor. Çoğu da eski semerlerin tamiri işi zaten diye ekliyor. Elinden gelen bir iş diye sürdürüyor sanatını. Yoksa geçinmek mümkün değilmiş semercilikle.

“Aslında ben semerciliğin öldüğünü, dağda ilk kez kamyon gördüğümde anlamıştım. Kamyonun girdiği yerde eşeğe lüzum kalmaz.” diyor.

Köy meydanına dönüyoruz. Kahvede bir şeyler içerken, köyün ihtiyar- larının kahvede değil, köy odasında oturduğunu fark ediyoruz. Biz de odanın kapısını aralayıp; köyün delikanlılarıyla oturup konuşmak istediğimizi söylüyoruz. İhtiyarların yüzüne tebessüm yayılıyor, “Yanlış geldiniz, burası sübyan koğuşu.” diyorlar. Tebessümlerinden bize de veriyorlar bolca.

Arif GÜRBÜZ, Akif ACAR, Durali TURA

Köy odası halı kaplı. Divan ve koltuklar dizilmiş duvarlara. Bir de 1.000 dereceyle yandığını tahmin ettiğimiz büyük bir soba var içerde. Sigara içmek yasak. Malum; Sübyanlara zararlı!

Arif GÜRBÜZ (84), Akif ACAR (95), Durali TURA (86) ve içerdeki diğer delikanlılarla sohbet ediyoruz. Konuşmalar mutlaka tebessümle, alçak sesle ve etkileyici bir dinginlik ifadesiyle yapılıyor. Bu koca çınarları dinlemeye doyamıyoruz.

Gitme vakti geldiğinde, Semra Hanım’ın fotoğrafçılığına ikna olmamış Sarnıçlı dağlılarla, kırk yıllık dostlar gibi sarılarak vedalaşıyoruz.

Bir sonraki ziyaretimizde Kore Gazisi Ahmet YAVUZ amcanın, kısa bir süre önce vefat ettiğini öğrendik. Allah Rahmet eylesin!

YUNUSLAR

Kozağacı vadisinin bu Keles’e bağlı küçük köyü, göğün göğsüne iliştirilmiş al bayrağıyla karşılar sizi.

Hemen yanında bir köy evi mevcut. Çok amaçlı bir mekân olarak tasarlanmış; Köyün idaresi için muhtarlık, misafirler için misafir odası, sohbet ve çay için kıraathane.

Bayrağın bulunduğu küçük meydanın diğer yanında bir Cami mevcut. Biraz ilerde de minaresi. Gülmeyin, dağ yöresinde camiden uzakta minare görülmedik şey değil demiştim.

Namaz vakti yaklaştığında İmam Abdullah (Akdoğan) hoca da katılıyor bize. Namazdan sonra evine çaya davet ediyor. Memleketini soruyoruz arada; “Giresunluyum, buralı değilim.” diyor. “Giresun nere, Yunuslar nere?” Tebessümle yanıtlıyor; “İlk görev yerim buralardı. Sonra sevdim kaldım.” Biz çaya davet edilmiştik ama evin hanımı eşiyle aynı fikirde değilmiş. 10-15 dakika içinde sıcak çorba ve envaı çeşit yiyeceklerden müteşekkil sofra önümüzde bitivermişti. Evin hanımının da Karadeniz kadını olduğunu öğ- renince hiç şaşırmadık. Zira misafir ağırlamakta ne kadar mahir ve hamarat olduklarını bilmeyenimiz yoktur.

Meydan Taşı

İşte meydan, işte taşı, işte minare.

Camiyi sorarsanız sola ve aşağıya doğru biraz yürümeniz gerek

Cami avlusunda, köy sakinlerinin ‘meydan taşı’ diye tabir ettikleri bir Bizans sütunu dikkatimizi çekiyor. Hikayesini, yıllanmış fakat henüz yaşlanmamış kocaman mavi gözleriyle Hacı (Mustafa Yakın) ağabey anlatıyor.

Bir yağmur ardından bu taş, toprak üstüne çıkar. Parıltısı köyün gençlerinin gözünü alır; ‘Meydan taşı yaparız.’ deyip taşın yanına giderler. Lakin taş, komşu köyün sınırları içindedir. Taşı yerinden söküp götürmeye çalışan Yunuslar Köyü gençleri, komşu köyün gençlerinden bir araba dayak yer, çaresiz geri dönerler.

Gençler, tabiatlarının gereği inat eder, yedikleri dayağı hiçe sayıp gece karanlığında taşı söker ve köy meydanına dikerler. Bunca dayak ve çabayla köye getirilen taşa ne anlam yüklendiğini soruyoruz; “Hiiç, meydan taşı işte!” cevabını alıyoruz. Yine ‘anlaşılmaz dağlı işlerinden’ deyip uzatmıyoruz.

Mücadele ruhu Kozağacı vadisinin insanlarını yakın bir geçmişte yine bir araya getirmiş. Yörede kurulmak istenen termik santral, vadi halkını topluca mücadeleye sevk etmiş. Hikâyeyi Ahmet Alan’dan dinlerken, bir taraftan da çaylarımızı yudumluyoruz.

Vadiye kurulacak termik santralin çevreye ve bölge insanına yapacağı zararları kanıtlamak ve insanları ikna etmek için çok çaba sarf etmişler. Bu- nun için üniversiteden bir inceleme raporu almışlar. Bu mücadelenin bölge halkına hem bir çevre bilinci hem de bir kimlik kazandırdığını gözlemliyoruz.

Ardıç Ağacının Öyküsü

Hacı Mehmet (Alan) ağabey, köyün Kütahya’ya açılan vadisinin başın- da, yaşı bilinmeyen koca bir Ardıç ağacından bahsediyor. Görmek istiyoruz. Zümrüt yeşili gözleriyle Ramazan (Salcı) ağabey; “Benim pazar arabasına atlayın.” diyor.

Köyün hemen dışında, anlatılanlardan çok daha heybetli bir Ardıç ağacı karşılıyor bizi. Yaşı bilinmiyor. Yer ağaçtan kopan birçok odun ve dalın neden yakacak olarak kullanılmadığını soruyoruz. Ramazan ağabey, halkın bu ağacı kutsal gördüğünü, ondan bir parçanın kullanılmasının başlarına bir musibet getireceğine inandıklarını anlatıyor.

Ağacın gövdesine çakılmış çivilerse, illete tutulmuşların hastalıklarından kurtulması içinmiş. Şifa bulurlar mıymış, o kısmı meçhul.

Yunuslar, iki mahalleden oluşuyor aslında. Aşağıda kalan kısım eski köy. Yukarıdaki kısma; “Babasızlar Mahallesi” diyorlar. Aile büyüklerine kızıp, küsüp ayrı yerde ev yapanların kaldığı mahalle; “Babasızlar.” Bu türden esp- rili lakaplar takma adeti buralarda oldukça yaygın. Kimse de gocunmuyor. Dede inanışı burada da var. Küçük bir türbe haline getirilmiş mezar başı- na dikilen Latince yazılı sütunlar bizi biraz şüphelendirdiyse de Fatiha’mızı okuyup onların da gönlünü hoş ettik.

Ayrılırken, hala çözülememiş içme suyu ve sahip oldukları tarla ve arazilerle ilgili kurumlarla yaşadıkları kadastro sorunlara, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda dövüşmüş bu halkın torunlarını inceden inceye üzdüğünü sessizce fark ediyoruz.

Karagöz ve Hacivat

En fazla kabul gören rivayete göre Karagöz Orhanelilidir. Günümüzde de Orhaneli’nin girişinde Karagöz anıtı bulunmaktadır.

Bursa Çekirge CaddesiKaragöz ve Hacivat Anıtı

“Karagöz Hacivat Neden Öldürüldü?” filmi de Orhaneli’nde çekilmiştir. O dönemi anlayabilmek için bu filmin mutlaka izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Karagöz, saf ve cahil yörüğü temsil eder. Hacivat (Hacı İvaz) ise çelebidir. Döneminin zeki ve aydın şehirlisidir. Hacivat’ın kıvrak zekasından dökülen söylemleri Karagöz’de karşılık bulamaz.

İşte bu anlaşamama yahut yanlış anlaşılma üzerine kurulu komiklikler oyunun esasını oluşturur.

Bu kadim gölge oyunu, bir metne bağlı olmaksızın tamamen doğaçlamadır. Bursa’da birçok amatör tarafından yaşatılmaktadır.

BURSA ŞELALELERİ

Saitabat

Alaçam

Oylat

Suuçtu

Erikli

Küreklidere

Onlarca marka su firması Türkiye’ye Uludağ suyu satar. Buna rağmen dağ köylerinin birçoğunda su sıkıntısı vardır.

Velhasıl Bursa sudan ibarettir. Evliya Çelebi

YAKIN ÇEKİMLER

Kategori:Genel

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir